Bir Pazar, ne şans ki henüz ertesi değil henüz. Art arda iki kahve, esintili bir balkon, güneş on altı. Tam bu mevsimde, bu günde ve bu saatte bulunduğum coğrafyanın insanları kendilerini sahillere atmıştır bile; öğle yemekleri yeneli uzun zaman geçmiş, kahkahalarla doludur sofralar; kimisi bulabildiği koyu bir gölgede uyuklarken kimisi kitabını okumaktadır. Bense yakın bir geçmişi düşünürken bulmuşumdur kendimi, çok daha uzun bir geçmişin izdüşümünde.

Bilinen dünyanın iki merkezi olduğunu söylerler; İstanbul ve Roma. Biri on senemi adadığım, fotoğraf ile tanıştığım, Güler’in özlediğim İstanbul’udur; bu öğlen saatlerinde düşündüğüm ise yakın zamanda dokuz günlük süreçte ilk kez keşfetme şansı bulduğum, fotoğrafladığım Roma. Ancak konu bu şehirlerden de bağımsızdır; ne için yazarız, ne için çizeriz, ne için fotoğraflarız? İşin aslı, ne için ve nasıl yaşarız sorusudur. Fotoğraflarım bu arayışlar çevresinde birçok insana ve ana dokunur; yansımalarda hülyalı bir hal alır; tonlarıyla özlenen bir geçmişe götürür izleyiciyi. Film formatı, onunla tanıştığım andan bu yana dünyaya bakışımın bol grenli medyumudur; tutkuyla başlayanın harlanarak devam ettiği.

Dünya belki her zaman garip bir yerdi; günümüzün cümbüşü ise bambaşka. Saniyeler içerisinde herhangi bir komutu yazılı veya görsel olarak yaratabilecek olağanüstü bir güce sahip artık insanlık; yine bu çağa dair ama içten içe kopuk insanlar da vardır oysa. Bir köşe başında sizi altmış küsür yıllık makinesiyle durdurabilir, önünüzde eğilebilir, belki bir ay sonra sonucunu elde edeceği kareyi özenle çekerken yüzünüzde bir tebessüm bırakabilir. Bu insanlar peki neden böyledir; belki tam olarak bunu anlatabilirim zamanla. Parmak uçlarımda, acelesizce yürüdüğüm bir yolda.