Bu yazıda NFT’lerin ve metaverse’lerin koşuşturduğu bir sanat dünyasından sizi alıyorum ve analog fotoğrafçılık, AGFA ile çamur dünyasına götürmek istiyorum. Analog dünyadan geçenler AGFA’yı bilirler ama çamurun bununla ne ilgisi olabilir? Bunu Lucas Leffler ile yaptığımız söyleşimizde öğreneceğiz.
Çamura baskı yapmak hiç akla gelir miydi?
Lucas Leffler, geçtiğimiz dönemde Hangar Brussels ve LensCulture gibi prestijli fotoğraf kurumlarında sergilere ve başarılara imza atan bir sanatçıdır. Lucas ile 2019 yılında Brüksel’de Nicolas van Brande liderliğinde kurulan Atelier Contraste’ta katıldığım atölyede rehberim olduğu sırada tanıştım. Paris Photo sırasında “Zilverbeek” (Silver Creek) çalışmasını kendisinden dinleme fırsatı bulduğumda ise bu projeden çok etkilendim ve Aralık Mag. için söyleşimize davet ettim. Lucas Leffler, bu sene LensCulture tarafından gelecek vaat eden sanat fotoğrafçıları arasında listelendi ve fotoğraf alanında özgün çalışmalarıyla dikkat çekmeye devam ediyor. Bu hiç de şaşırtıcı değil çünkü fotoğrafları kavramsal olmanın ötesinde, teknik üstünlük kriterlerini tam olarak karşılayan ve güncel sorunları sorgulayan bir yön taşıyor. Çalışmalarını ayrıntısıyla öğrendiğinizde ve gördüğünüzde kavramsal sanat ile analog fotoğraf tekniğinin eşsiz bir birleşimi ortaya çıkıyor.

Lucas, davetimi kabul ettiğiniz için öncelikle teşekkür ederim. Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz? Fotoğraf ile nasıl tanıştınız, küçüklüğünüzde fotoğrafa dair ne hatırlıyorsunuz ve fotoğrafı bir anlatım biçimi olarak nasıl seçmeye karar verdiniz?
Benim adım Lucas Leffler, Brüksel’de yaşayan bir görsel sanatçıyım. Çocukken fotoğrafçılık yaptığımı hatırlamıyorum ama gençken babam bana bir dijital kompakt fotoğraf makinesi satın aldı ve onunla çokça oynadığımı hatırlıyorum.
Belçika’nın güney kesiminde (Luxembourg eyaleti), babamın çalıştığı bir kağıt fabrikasının yanında doğdum. Bu fabrika mahallemde oldukça göz önündeydi ve bunun sektöre olan ilgimi artırdığını düşünüyorum. Daha sonraki sanatsal projelerimde bu durumun etkisi olduğunu söyleyebilirim.
Fotoğrafla gerçek anlamda medya bölümünde okurken tanıştım. O zamanlar 18 yaşındaydım ve gazetecilik yapmak gibi belirsiz bir fikrim vardı. Ama esas beni fotoğrafa çeken şey, ifade potansiyelinden çok teorik olarak aldığım tarih eğitimi ve teknik dersler oldu. Zamanla fotoğrafın teknik ve tarihsel yönüne duyduğum ilgi, çalışmamı deneysel bir pratiğe dönüştürdü.
Ben fotoğraf işleminin yeniden somutlaştırılmasıyla ilgileniyorum. Dijital kültür kendini empoze ederken, bir nesil de fotoğrafın yeniden materyalleşmesine doğru belirgin bir eğilim yaşıyor. Birçok fotoğrafçı fotoğrafın arkeolojisini uyguluyor. Doğayla ve el işiyle yeniden bağlantı kurma girişiminde bulunuyor. Ben de benzer şekilde merceğin önünde sahneleme ve bir anlatı oluşturmak için hikaye anlatma stratejilerini kullanmaya başladım. Ayrıca karanlık odada analog fotoğrafçılığın materyalleriyle ilgili deneysel çalışmalar yaptım.
Bu deneysel çalışmalardan biri de Zilverbeek (Gümüşdere). Bize “Zilverbeek” projesinin nasıl ortaya çıktığını ve bu projenin özelliklerini anlatır mısınız?
Zilverbeek projesi, 2017 yılında Belçika fotoğraf fabrikası Agfa-Gevaert hakkında araştırma yaptığım zamana dayanıyor. Şirketin tarihi arşivine erişebiliyordum ve gümüş jelatin emülsiyonunun teknik üretimi beni büyülemişti. Orada Gevaert’in atık suları bertaraf ettiği bu derenin hikayesini anlatan bir makale buldum. Bu sular gümüş içeriyordu ve garip bir kimyasal reaksiyon, metalin derenin çamuruna girmesine neden olmuştu. 1920 ile 1950 arasında Gevaert’te bir işçi bu çamurlardan gümüşü süzerek hayatını kazanmış. Fabrikadaki işini bırakıp 30 yıl bu işi yürütmüş. Gümüş element içeren bir çamur hakkında düşündüğümde, üzerine bir resim basmak için kullanabileceğimiz fikri aklıma geliyordu. Ancak bu fikir aslında mümkün değil çünkü bu dere bugün artık kirli değil ve gümüş içermiyor. Yine de dereden gelen çamuru, derenin görüntülerini somutlaştırmak için kullanma fikrinin, bu geçmiş kirlilik hikayesini yeniden canlandırmanın şiirsel bir yolu olduğunu düşündüm. Çamuru ışığa duyarlı hale getirmek için içine gümüş-jelatin ürünü ekledim.

Gerçekten hem o bölgenin belleğine ilişkin şiirsel bir anlatım yolu hem de fotoğraf açısından oldukça özgün bir uygulama şekli ortaya çıkmış. Bu projeye başladığında, bu kadar ileri gideceğini düşünüyor muydunuz?
Bu araştırmaya ilk başladığımda belgesel niteliğindeydi ve 2019 yılında bir yayına dönüştü (Zilverbeek, The Eriskay Connection 2019). Sonrasında, çamur ve çelik üzerinde yaptığım deneylerle daha çok deneysel bir boyut kazandırdım. Şimdiye kadar üzerinde çalıştığım bu hikayeye dair bir saplantım var sanırım. Bu proje, fotoğrafın maddeselliğini denemem için bir vesile oldu.
Sizin maddenin doğa ile olan ilişkisine karşı özel bir ilginiz var..
Fotoğraf pratiğime bazen heykel veya yerleştirme gibi yaklaşma eğilimindeyim. Maddeye, malzemelerin özelliklerine ve anlamlarına karşı kişisel bir hayranlığım olduğunu söyleyebilirim. Gümüş elementlerin kimyasal ve mineral özellikleri üzerine araştırma yaparken gümüş ile ay arasındaki ilişkiyi keşfettim. Gümüşün, Ay ile birçok ortak noktası vardır, bu da onu simyacıların onunla ilişkilendirdiği ‘gezegen’ yapmıştır. Aynı şekilde, Güneş ile altın, demir ile Mars ilişkilendirilir.


Bu anlattıklarınız çok ilginç ve Marvel filmleri konusu gibi. Ayrıca projenin çevreci bir boyutu da var..
Evet bu projenin birçok farklı yorum katmanı olduğunu söyleyebilirim. Ekolojik boyutu önemli tabii, ancak bu proje sadece onunla ilgili değil. Esasında günümüzde başta olan teknolojik endüstri, bu proje ile bir yönüyle işlevini kaybederek değer yitimine uğruyor.
Bize anlatmak istediğiniz başka projeler var mı?
Mart 2020’de yaşadığım ve çalıştığım Brüksel’de eve hapsolmak zorunda kaldım. Evde Oyun (Home-Play), diğer oda arkadaşlarımla birlikte yaşadığım şehrin kuzey semtindeki ortak bir evde, yaşadığım yerde çektiğim bir dizi görüntüden oluşuyor. Bu projede, garip durumları sahnelemek için rastgele nesnelerle natürmort yapmaya başladım. Değişmeyen tek şey, fotoğraf çekmek için dışarı çıkamamamdı.
Bu projenin zorluğu, sınırlı olduğunuzda yaratıcı ve üretken kalmanın yollarını bulmaktan geçiyor. Günlük rutini yeniden icat etmek, çevreyle oynamak ve onu yeniden yaratmak için bir bahane oldu.
Burada Marcel Proust’a atıfta bulunmak isterim: “Gerçek keşif yolculuğu yeni manzaralar aramakta değil, yeni gözlere sahip olmaktır.” Bu alıntıyı çok seviyorum çünkü fotoğrafçılıkta temel konusu olan bakışa atıfta bulunuyor. Bu bakış aslında görüntünün konusundan bile önemlidir.

Bir bakıma, Home-Play, her gün egzotik olanı bulmak için her şeyi sonsuz bir şekilde yeniden icat etmeyi öneriyor.
Marcel Proust atıfı çok çarpıcı ve genel olarak fotoğrafçılara yön verebilecek nitelikte olduğu gibi Bresson’un da zihin, göz ve kalbin hizasına yaptığı vurguyla da uyum sağlıyor. Bize Belçika fotoğraf sahnesini kısaca tanıtır mısınız?
Fotoğraf sektörünun Belçika gibi küçük bir ülkede çok gelişmiş olduğunu soyleyebiliriz. İki fotoğraf müzemiz (Charleroi ve Antwerp) ve her iki toplumda (Valon ve Flaman toplumları) birçok okulumuz var. Brüksel’deki bir Fransız okulunda (HELB) fotoğrafçılık alanında lisans ve Flanders’daki Kraliyet Akademisi’nde yüksek lisans yaptım. Bu okulda (KASK-Gent) belgesel yaklaşımı çok yaygındı. Carl De Keyser, Max Pinckers veya Nick Hannes gibi bazı ünlü Belçikalı fotoğrafçılar orada ders veriyor. Benim pratiğim doğrudan belgesel şeklinde değil ama bundan etkilendiğini düşünüyorum.
Kitap formatı Belçika’da çok önemli bir şey, birçok öğrenci fotoğraf kitabı projeleri ile mezun oluyor, bazen de basılmış veya kendi basılmış bir kitapla. Antwerp Fotoğraf Müzesi, iki yıl önce Belçika fotoğraf kitaplarının tarihi hakkında bir çalışma yaptı ve bu proje bile kitap formatının Belçika’daki önemini açıklayabilir.
Belçikalı fotoğrafçılar arasında Martine Franck ismini de ben eklemek isterim. Bir projenizin pandemi döneminde doğduğunu anlattınız. Bu proje, LensCulture ve Brüksel’deki Hangar aracılığıyla izleyicilerle buluştu. Pandemi çalışmalarınızı nasıl etkiledi kısaca bahseder misiniz?
Bir fotoğrafçı olarak ayrıca bir stüdyo pratiğim var ve Mart 2020’deki karantina sırasında karanlık odada çok çalıştım. Gerçekten sıkılmadım çünkü karantinayı çamur baskıları gibi deneysel baskı tekniklerine odaklanmak için bir fırsat olarak gördüm. Ayrıca Home-Play fotoğraf serisine başladım. O zamandan beri, bir fotoğraf projesi için henüz yurt dışına seyahat etmemiş olmam dışında, pandeminin çalışma şeklimi etkilediğini düşünmüyorum.
Dünya metaverse çağına doğru yol alırken kendi pratiğinizde gelecekten geri döndüğünüzü hissediyor musunuz? Bu paradigma değişikliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir arkadaşıma Zilverbeek projesinin bazı çalışmalarını sundum ve bunun ona eserlerin gelecekten bir yerlerden yapıldığı izlenimini verdiğini söyledi. Bu geri bildirim benim için gerçekten ilgi çekici ve sorgulamamı sağlıyor.
Bu projede harabeler fikri var. Yerler ıssız görünüyor, hiçbir yaşam formu yok. Belki herkes metaverse’dedir ya da insanlık başka bir gezegene seyahat etmiştir.
Fotoğrafın gücü, gerçekle doğrudan ilişkisine dayanır. Birçok fotoğrafçının onu bir belgesel aracı olarak kullanmasının nedeni budur. Sanal dünyayla kişisel olarak pek ilgilendiğimi söyleyemem. Ancak dijital dünyanın fiziksel dünya üzerinde derin bir etkisi var ve bence gelecekteki imtihan bunun nasıl temsil edildiği ile ilgili olacak. Çevremizin dijitalleşmesiyle bağlantılı olarak ekolojik krize nasıl somutluk kazandırabiliriz?
Bugün görüntüyle bağlantılı sorunlarla ilgileniyorum. Her üç dakikada bir, 19. yüzyılda yapılan tüm görüntü üretimi kadar fotoğraf çekiyoruz. Bu kayıt çağı, artık süreksiz görünen, sürekli olarak bir başkasıyla değiştirilen görüntüleri kullanmamızı sağladı ve üretme biçimimizi şekillendirdi. Projemde ise tüm bunların aksine, görüntüye fiziksellik ve kalıcılık kazandırarak bugünde yerini almasını sağlamaya çalışıyorum.
Lucas Leffler’e bu keyifli röportaj için teşekkür ederiz.
Bengi Lostar Özdemir