You are currently viewing İkiyüzellide Bir
G.B. ENGLAND. LONDON. The BEATLES during filming of 'A Hard Days Night'. The Beatles film was primarily shot on a moving train. Fans eying Ringo Starr. 1964.

İkiyüzellide Bir

Dubrovnik - Hırvatistan, 1964

Anımsarsanız geçtiğimiz aylarda “Bakış nereden gelir?” sorusuna Henri Cartier-Bresson’un perspektifinden bir yorum yöneltmiş, devamında ise yine aynı dönem fotoğrafçılarından Robert Capa’nın penceresine birlikte göz atmıştık. Bugün ise niyetim, henüz okumaya başladığınız bu satırlarda aynı konuyu Bill Jay ve David Hurn eşliğinde irdelemek, şanslıysam sorgulatmak olacaktır. Bir yazı, bir kitap mottosuyla sürdürdüğüm blog dizinlerimde bu seferki yoldaşım, referans aldığım kitap ise: Fotoğrafçı olmak, Pratik Bir Rehber, David Hurn/Magnum Bill Jay ile Sohbet Ediyor, Espas Yayınları, 2020.

Londra - İngiltere, 1964

“Her ikimiz de, hayatın amacının potansiyel olarak neysek ona dönüşmek olduğu konusunda psikolog Abraham Maslow’a katılıyoruz. Fotoğrafçılığın bu hedefe yönelik ideal bir amaç sunduğuna inanıyoruz.” sf.9

Fotoğraf; kimisi için mesleğinin hem ham maddesi hem de ürünüyken; kimisi için salt anıdır, kaybetmek kavramını tek harflik farkla kaydetmeye dönüştüren; kimisi için sanattır, yaratımdır iç dünyasını seyretmeye yönelten; kimisi için paylaşımdır, hikayedir, bir iletişim yoludur yazıya ya da söze dökülemeyen; bir başkası için yalnızca zevk ya da isyandır, başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymayan, her şeydir ya da hiçbir şeydir ve liste uzar da gider… David Hurn’e göre ise bir tanım da “bebeğinin enstantane fotoğrafını çeken ve sonucu büyükanneye gösteren anne”dir, bir cümleye sığmasına hayret edebileceğimiz tonla his; ancak bir o kadar da duru, aynı saniyenin ikiyüzellide birine sığan onca dünyanın bizi etkileyişi gibi; ancak “o an”a ve ardındakilere dair söylenecek daha neler var, gelin bu çerçevede biraz vakit geçirelim.

Londra - İngiltere, 1965

“Bu, benim ne gördüğümdür. Bu, fotoğrafı çekerken gördüklerim hakkında hissettiğimdir. Bu, benim bakış açımdır. Bu, yeteneklerim ölçüsünde aktarabildiğim bireysel bir gerçekliktir.” sf.213

Öncelikle bir gerçekliğin ayırdına varmak gerek; o da konumuz her ne olursa olsun parmağımız deklanşöre gittiğinde ve sonrasında çıkan sonucun bize dair ne denli çok şey anlattığını kabullenmektir. Bu bağlamdan yola çıktığımızda fotoğrafta yaratımın öznelliğine değinmiş oluruz, özgünlük ile karıştırmadan; çünkü tamı tamına taklit ettiğimizi düşündüğümüz bir çalışmanın dahi bize dair söyleyecekleri vardır. Günümüzde sayısız örneğine rastladığımız bu örnekler özgün olmayabilir; ancak yine de özneldir. Haliyle bu öznelliği nasıl kullandığımız da bizlerin elindedir, kendimizi ifade ederken bir başkası olmak ya da olmamaktır; kitap yazarlarının da görüşlerine katıldığım üzere fotoğraf tarihinin onca yetenekli isminin tavır ve fikirlerini merdiven olarak kullanmak, geliştirmek ya da kendinden bir parça katarak yoğurmak taklit etmek değildir. Tam aksine sanatın işleyişi budur, Antik Yunan var olmasaydı Rönesans’ın da düşünülemeyeceği gibi; oysa belki de 21. yüzyılın fotoğrafa da yansıyan sanat anlayışının kısır döngüye girdiği an buradadır: Yapılmamışı yapma veya fotoğraf konusunda çekilmemişi çekmenin beyhude arzusu. Farklı olmak isteniyorsa tek yapılması gereken kendimiz olmayı başarabilmek halbuki; kendimizi aradığımız, gerçekleştirmek için çabaladığımız hayatlarımızda bunu yaparken iyiyi ayırt edebilmek ve onunla beslenmek yeterli. Ne şans ki tarih de sanatın her alanında kendini kanıtlamış altın figürlerle dolu.

High Wycombe - İngiltere, 1966

Referans aldığım kitabın içindekiler bölümünü incelediğimizde birbirinden bağımsız gibi görünen; oysa temelde her birinin bir diğerini desteklediği ve tamamladığı başlıklara rastlıyoruz. Yazımın bu bölümünde yalnızca “Fotoğrafta Konu Seçimi” başlığı altında ufak bir yolculuğa çıkıp “o an”a dair neler söylenebilir birlikte göz atalım ve kalanı siz değerli okuyucularımızın merağına bırakalım.

“O an”ın yaratımında konu seçimini özellikle ön plana çıkarmamın elbette birçok sebebi var; ister istemez kurduğum bir bağlantı, fizyolog Claude Bernand’ın bir sözü düşüncemi özetlemeye yeter belki: “Aradığını bilmeyen bulduğunu anlayamaz”. Kitap yazarlarına göre çekilen herhangi bir karenin tarihe meydan okuyup kalıcı değerler taşıması, fotoğrafçının konuya ne denli yoğun bir ilgiyle yaklaştığıyla yakından ilintilidir; bu yoğun yaklaşımdan kastımız kişinin seçtiği konuya dair araştırma, inceleme, okumaya ayırdığı vakitle ölçülebilir. Sonuç olarak herhangi bir konuya yoğun bir ilgi beslemek de aslında kişinin kendisini ne kadar tanıdığıyla alakalı olabilir sanki, kendinden bir parça bulmadığı konuya tutkuyla yaklaşabilir mi insan? Diğer yandan heves ve ilgi kaçınılmaz olarak çekilen kareye de yansıyacak ve yine bize dair söyleyecek bazı sözleri olacaktır. Bu noktada kişi ilgisini çeken konular üzerine not almakla başlayabilir, kitap yazarlarına göre temel prensiplerden birkaçı: konunun genel kalmayıp olabildiğince özele inmesi, kendini sözlerin aksine görüntüyle ifade etmesi, sürekli ulaşılır olması ve en önemlisi çalışma süreci boyunca ilgi ve merakınızı ateşlemesi gerekli. Elimizde olan konuya dair böylesine bir yaklaşım içine girdiğimizde aslında “ben” kavramı ikinci planda kalır, yazarlara göre tam da bu nokta pek mühim; çünkü kişisel bakış denilen de onu hedeflemediğimizde ortaya çıkar.

İronik biçimde ‘kendin’ ile başlarsan kaybolursun; kendini görmezlikten gelirsen görünürsün.” sf.72

Şimdi şöylece gözlerimizi kapatıp hayranlık duyduğumuz fotoğrafçıları ve onların çektiklerini düşünelim; ancak yalnızca estetik değer taşıdıkları için sevdiklerimiz değil, o karelerin ardındaki hikayeleri de bildiğimiz fotoğrafçıları ele alalım; bu bir portre sanatçısı da olabilir, savaş foto muhabiri de, manzara fotoğrafçısı da… Bill Jay’in de belirttiği gibi, sundukları konunun ardındaki derin, uzun soluklu sevgi ve saygıyı görebiliyor, hissedebiliyor muyuz?

Son olarak merak edenler için ismi geçen yazarların kim olduğundan kısaca bahsedecek olursak: David Hurn, 1967’de Magnum Fotoğraf Ajansı bünyesine dahil olmuş; Life, Observer gibi dönemin başını çeken ajanslarıyla çalışmış, fotografik denemeleriyle de zirveyi görmüş; aynı zamanda Galler Newport’ta Belgesel Fotoğrafçılık Okulu’nu kurmuş, hatrı sayılır bir süre de hayatına akademisyen olarak devam etmiştir. Bu yazıya eşlik eden fotoğraflar da David Hurn imzası taşır. Bill Jay ise kariyerine Creative Camera ve Album gibi dergilerin editörlüğüyle başlamış, Arizona State Üniversitesinde tarih ve eleştiri dersleri verirken Fotografik Çalışmalar programını kurmuştur; fotoğraf alanında özellikle yazınsal anlamda oldukça üretken bir geçmişe sahiptir. Dostlukları uzun yıllara dayanan bu ikilinin birlikte samimiyetle döktükleri mürekkep ise, aynı iyi bir fotoğrafın olması gerektiği gibi zihinden önce kalbe ulaşmayı başarmıştır fikrimce. Gelecek sefere tekrar görüşmek dileğiyle.

Efe ERSOY

İletişim: [email protected]

Efe Ersoy

1993 Bursa doğumludur. 2011’de Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi ile başlayan öğrenim serüveni Lizbon, Portekiz’de devam etmektedir. Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunudur. 2017 yılından bu yana film fotoğrafçılığı ile yakından ilgilenmekte, kendini bir renk koleksiyoncusu olarak tanımlamaktadır. Fotoğrafçılık, yaşamında kendini arayışıyla paralel yönde gelişen; deneyim ve bilgiyle yoğruldukça da hayatına daha derinden nüfuz eden bir tutku halini almıştır. Başlıca portre, sokak, obje ve mimari fotoğrafçılık alanlarında üretmeye devam ederken nihai amacı zamana ve kendisine meydan okumak; dünyaya yönelttiği penceresinden görünen manzarayı arşivlemek ve paylaşmaktır.