İnsan yaşadığı coğrafyayı seçemez. Yürüdüğü yolları, serinlediği suları, gölgesinde dinlendiği ağacı…
Yine de, özgür iradesi seçmediği bu yerde, hayatını idame ettirme, küçük mutlu anlar yaratma çabası ile savrulur durur. Orada varolur, kimliğini inşa eder, kabul görür. Artık oraya aittir. Küçük kapalı toplumlarda daha hızlı işleyen bu süreç, büyük metropollerde vahşi doğada yaşam savaşı veren zayıf bedenli bir hayvanın kaçışlarına dönüşür.
Küçük bir toplumdan, büyük bir topluma iradem dışında atıldığımı düşünüyorum. Doğduğum, büyüdüğüm, yıllarca ekip, biçtiğim, veriminden karnımı doyurduğum toprakları arkamda bıraktım. Ayaklarım beton bir zeminde, büyük şehrin denizine bakıyorum. Kızıl bir günbatımında, yanımdan geçen insanların ayak seslerini duyuyorum. Her bir ses, bir kültürü, bir düşünceyi sesleniyor kulaklarıma.
Yukarıdaki satırlar, 1950lerde başlayıp, 1990’a dek süren köyden kente göç dalgasında, ait olma savaşı veren binlerce insana olan empatinin ifadesidir. Bir gecede inşa ettikleri konutlarında, düşük ücretle çalışan, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayabilmekten, sosyal güvenlikten mahrum bırakılan, beraberinde ötekileştirilmekle de mücadele etmek zorunda kalan bir kesimin iç sesidir. İç sese kulak kabarttığımda toplumdan izole olumuş, aidiyetini kaybetmiş fakat dürtüsel olarak bir grupta kendini ifade etmek isteyen birini duyuyorum. Nasıl ki bir ağaç kökünden koparıldığında mekanı ile beraber varlığını da kaybeder, köklerinde koparılan bir insan da yaşamı boyunca aynı mekansızlık hissi ile boğuşur. Çünkü, mekan dediğimiz şey, görsel, işitsel ne kadar birirkim varsa, o kadar fiziki bir yer olmaktan çıkıp, anılarımızın merkezi haline gelir. Anılardan kopmak, yeni bir coğrafyada yeni anılar yaratmak kolay değil. Hele ki bu coğrafya sizi kucaklamak istemiyorsa… Tam da bu dönemlerde çıkan arabesk müzik, çoğu kesim tarafından vıcık vıcık romantizm ya da kendini kurban olarak görme patolojisi olarak görülse de, müziğin çıkış tarihi ve özellikle 80’lerdeki yükselişi bize sosyolojik olarak ötekileştirilen bir kesimin fotoğrafını çeker. Haluk Çobanoğlu’nun ‘’ Arabesk’’ adlı fotoğraf kitabında Müslüm Gürses’in ve hayranlarının bize gösterdiği fotoğraflar gibi… Bir sayfada meşhur beyaz takım elbisesi ile Müslüm Gürses’i görürüz. Son derece sakin görünen bir konser izlenimi veren bu fotoğraftan kadrajı sahneye doğru çevirdiğimizde başlarında müslüm baba bantları, vücutlarında jilet izleri ile karşımıza dinleyici kitlesi çıkar. Tam bu noktada, psikoloji bilimi kendine kasıtlı fiziksel zarar veren kişinin, duygusal şiddet, zorbalığa maruz kalmak, küçümsenmek sonucu, bu stresle başa çıkamayıp, acısını gösterme aracı olarak bu yöntemi seçtiğini söyler. Birçok bağlamda dışarıda bırakılmış bu kesim, benzer yaşam deneyiminden beslenmiş bir sanatçının ve beraberindeki kitlenin bir parçası olur, acının ifadesinde ortaklık kurulur.
”Biz anlatılanların yaratıcısı olabiliriz de olmayabiliriz de, çünkü kimi kez kendimizi başka birinin metnine kapılmış hissedebiliriz” der Marc AUGE .
Kahramanımız, yine bir gün batımında denize bakarken, duyduğu ayak seslerinden bazıları ile aynı yerde yürür, başkasına ait bir metni kendi cümleleriyle ruhundan dışarı aktarır. Konser başlar,
‘’Zamanın eli değdi bize Çoktan değişti her şey/ Aynı değiliz ikimizde ‘’ şarkısı hep bir ağızdan söylenirken iki kişi olmanın buruk hazzı yaşanır.
–
Esra AKYOL
İletişim: [email protected]