Konuya neresinden gireceğini bilemeyince ortasından dalıp başlarsınız ya konuşmaya, bu yazı da öyle başlayacak.. Başı ve sonu olmayan boşluğa bizi bırakan, söyleyeceklerin olmasına karşın senden başkasına, hatta bazen kendine bile, ulaşamayacağını düşündüğün için susmayı seçip bununla beraber ve buna rağmen çaresizce anlaşılmayı beklediğin o duygudan bahsediyorum…
Zamanımız böylesi zamanlar, herkes bir şekilde fark edilmeye, anlaşılmaya, duyulmaya, ait olmaya ihtiyaç duyarken; öteki(ler) görmez, duymaz, umursamaz. Halihazırda bu durumun içinde var olmaya çalışırken 2019 senesinde Sundance Festivali seçkisine seçilen bu kısa film üzerine konuşmayı seçtim. Çünkü biliyorum ki şu sıra hepimiz eskisinden biraz daha eksik, biraz daha yalnız, biraz daha umutsuzuz. Belki biraz da şöyle hissediyoruz; “biz büyüdük ve kirlendi dünya..”
Filme gelecek olursak, yaklaşık 12 dakikalık bu kısa film depresif karakterimiz Fran üzerinden kurgulanıyor. Karakterin iç seslerini takip ederek onun dışlanmışlığına, çalışma hayatından bıkmışlığına, anlaşılmadığını düşündüğü anlara tanıklık ediyor; yer yer de kendisini öldürmeyi hayal ettiğini görüyoruz.

İş yerinden arkadaşı Robert onunla iletişim kurmaya çalışıyor, ancak Fran kendisinden o kadar uzaklaşmış ki sanki insanlarla nasıl iletişim kurulduğunu unutmuş gibidir. Bu yabancılaşma hali, Robert’in onunla vakit geçirme talebinden bir süreliğine kaçmasına sebep olsa da, eli ayağına dolaşıyor ancak nihayetinde buluşma gerçekleşiyor.
İkili birlikte vakit geçirdikçe Fran’in önyargıları peşini bırakmıyor. Kendisine duyduğu değersizlik hissi, iyi şeyler yaşamayı hak etmediğine dair olan düşünceleri Robert’ın ondan sıkılacağına, bir daha görmek istemeyeceğine kısa süreliğine inandırsa da gerçeklerden kaçamıyor ve zamanla Robert’ın da kendisi gibi olduğunu fark ediyor. Bu durum Fran’in benliğine olan yakınlığını, değerini hatırlatıyor, hayattaki yerini tekrar sorgulatıyor.
Kabuğumuza döndüğümüzde bazen kendimiz oluyor, bazen de o zamana kadar fark edemediğimiz benliğimiz olarak gördüğümüzün çok dışında biriyle yüzleşebiliyoruz. “Belki de kozmostan haberdar ilk tür olmanın bedelini, evren dolusu karanlığı hissederek ödüyoruzdur.”*
Yaşayacağımız her neyse zihnimizde yarattığımız o korkunç düşüncelerden daha korkutucu değildir. “Korkulacak bir şey olmadığı halde korkarsanız, beyniniz eninde sonunda size gerçekten korkacağınız bir şey yaratmak zorunda kalır.”* Korku canavarıyla yüzleşmek, bu savaştan galip çıkılamasa bile onun karşısında güçlü durabilmek bir kırılma anını yaşatacaktır ve bu an yaşandıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Sylvia Plath’in sorduğu soruyu bazı zamanlar kendimize sorarız, “Yok mu zihinden bir çıkış yolu?” Bana göre bir şeyden kurtulabilmenin, vazgeçebilmenin ön koşulu o şeye duyulan aidiyettir. Olumsuz olarak kabul ettiğimiz duygularımızı da benimseyip, görmezden gelmeden yolculuğumuza dahil edip zamanı geldiğinde, belki biz daha da güçlendiğimizde, peşimizi bırakacağını kabullenebildiğimiz zaman özgürleşebiliriz.
Tabii ki bu hikayedeki gibi en umutsuz, en bıkmış, en kendini bıraktığın anında sana benzeyen ve seni anlayışla kucaklayabilecek birine ya da birilerine denk gelmen olanların üstesinden gelebilmen için mutlak güç kaynağı olacaktır. “Ben bir başkasıdır” başkasında gördüğümüz her halimiz bize bizi anımsatır, dönüştürür. Yalnız kalmayı seçebiliriz ancak kendimizi görebilmek için başkalarına ihtiyaç duyduğumuzu unutmamalıyız. Bizi kurtaracak olan yine kendimiziz. Kendimiz olabilmek için de başkalarının varlığına ihtiyaç duyarız.
Matt Haig’in de o derin yalnızlık anlarını anlattığı gibi, “Delirmiş gibi görünmemek için her şeyi içinize atarsınız. İnsanlar sizden daha da uzaklaşmasınlar diye susar ve depresyondan asla bahsetmezsiniz. Yazık! Halbuki depresyon üzerine konuşmak yararlıdır, yazılı olsun sözlü olsun kelimeler bizi dünyaya bağlayan şeydir.”* Ne zaman ki sesimizi birine ya da birilerine duyurabiliriz o zaman önümüzü görebilir, hayatı algılayabilir ve yaşamaya değer bulabiliriz.

“Yalnızlık diğer insanların fiziksel yokluğu değil, hiç kimseyle önemli bir şey paylaşmadığınız hissidir.”* İçimizde tutmadan, rahatlıkla konuşabildiğimiz, anlattıklarımızın ilgili yere ulaşabildiği, benimsenip değer gördüğümüz, duygularımızı hissettiğimiz gibi yaşayabildiğimiz, en önemlisi de saygı ve sevginin değerinin bilindiği ve bunları bonkörce, sorgulamadan verebildiğimiz şefkatli bir dünya hayal ediyorum. Gelecek böylesi bir dünyada çok daha parlak, çok daha umutlu ve çok daha gerçek.
“Eğer sevdiğiniz ve sizi seven insanlar varsa, bu durumla baş etmek çok daha kolaydır. Bu sevgi ailevi ya da romantik olmak zorunda değildir. Sevgi yaşama karşı sergilenen bir tavırdır. Hepimizi kurtarabilir.”*
Sevgiyle kalın…
* Matt Haig, Yaşama Tutunmak için Nedenler (Domingo Yay.)