Misafir Yazar: Laleper Aytek
2002 yılında Anadolu Üniversitesi/İletişim Fakültesi’nde öğrenciyken
Eskişehir Açık Cezaevi’ndeki mahkûmlarla
4 ay boyunca haftada 3 gün ve günde 8 saat çalışarak
hazırladığı bitirme projesi ve aynı yıl
İFSAK tarafından düzenlenen “öteki” temalı¹ 18.İstanbul Fotoğraf Günleri² kapsamında 4-17 Kasım 2002 tarihleri arasında [Mahpusun Yüzleri] başlığıyla Dünya Kitabevi’nde sergilenen fotoğrafları üzerinden
[20 yıl kadar] gecikmiş bir yazı
Her baktığımda, izlediğimde yahut düşündüğümde Aslı Erdoğan’ın şiirsel düzyazı metinleri,
Pelin Esmer’in filmleri, Birhan Keskin’in şiirleri gibi beni çoğu [zamansız], kimi [çok ıssız] ve kimi de [çığlık çığlığa] yakalayıp bir aralıkta tek başıma bırakan sözlerin, seslerin ve görüntülerin izini
Murathan Mungan’ın sözleriyle söyleyecek olursam; “ömrü hayat yapan” fragmanlar,
yaşanmışlıklar ve anlar olarak düşünürüm.
Bir kor gibi insanın içine işleyen ve yerleşen kelimeler, sesler, bakışlar ya da bakmayışlar, gizlenen utangaç haller, gölgede kalmış duyguların izi kimi hayatın kimi de çok zamanların tanıklığında canlanırlar, izleyiciye ulaşırlar ve (punctum etkisiyle) bizi bir yandan yaralarken bir yandan da canlandırırlar. Çekildikleri zamanlardan bugüne gelip, John Berger’ın ifadesiyle, “bir ‘şimdi ’ye dönüşerek, ………..………şiirdeki, yazıdaki yahut fotoğraftaki zamanın yerine geçerler.”³
Kütüphanemde hep bir [zamansızlık] çağından kim bilir kaç yıllar önce buluştuğum üç fotoğraf kitabını bugün, şimdi hatırlamamın faili ise serilerini, fotoğraflarını, projelerini,⁴ yirmi küsur yıl gibi çok gecikmiş olarak fark ettiğim kendini ilk önce fotoğrafçı sonra akademisyen olarak tanımlayan Gülbin Özdamar Akarçay’ın 22 yaşında, fotoğrafçılığının daha ilk günlerinde büyük bir cesaret ve tutkuyla çalıştığı çok hissedilen [Mahpusun Yüzleri] başlıklı ser(g)isi oldu.
Her karşılaştığınızda sizi durduran, hatta bir süre susturan ve nasıl düşüneceğinizi bilemediğiniz, biraz el-ayak dolaştıran kareler vardır. Bu portrelere ilk baktığımda tam da böylesi bir tedirginlik hissettim. Bakışlardaki ıssızlığa ya da aslında bakmayışlardaki boşluğa; adeta sesinden, sözünden hatta kendinden bile çok saklanmış gözlerin karanlığından nereye (kadar) bakabilirdim ya da bakılabilirdi? Peki, onlar nereye bakıyorlardı ya da bakmıyorlardı bile?
Bu yazıyı yazarken Türkiye fotoğrafının da yıllardır bakmadığı, görmediği ya da bir şekilde görmezden geldiği (ki kadın fotoğrafçılar olarak bu hiç de yabancısı olduğumuz bir durum değil) bir fotoğrafçının işlerine, fotoğrafla ilişkisine sadece yazıları ve akademisyenliği üzerinden değil ama (ki çok yeni Phoenix yayınlarından çıkan ilk kitabı “Görsel Sosyoloji” tarihsel süreçte fotoğraf(l)a bakmayı çoğaltacak, derinleştirecek, katmanlaştıracak kavramlar, yöntemler ve metinlerle Türkiye fotoğraf literatüründe bir ilk yayın olarak çok değerli ve kıymetli ) 20 yaşından bu yana ürettiği farklı serileri (Toronto, Carnaval, My Little Self-Reflexive Diary: The Balkans, Narodni Divaldo, Children of Maticni vd.) üzerinden de bakmanın gecikmiş zamanını daha da fazla ertelememek gerektiğini düşünüyorum.
Bu gecikmede kendi payım da hiç az değil. Gülbin ile çok yeni karşılaşmış, ilk olarak yüz yüze (Bursa’da “yırtık” sergimizin son gününde) konuşmuş olsak da bu, fotoğraflarını bu kadar yıldır görmemiş olmanın bir özrü kesinlikle olamaz. Bu galiba biraz hepimizin ayıbı, en azından ben kendi adıma sevgili Gülbin’e bir özür borçlu olduğumu biliyorum.
[Maphusun Yüzleri] sergisi Gülbin için serginin hemen ardından World Press Photo’nun Türkiye’de oluşturacağı seminer grubuna katılmasının yolunu açıyor. Cezaevi projesiyle başvurduğu seminere kabul edilerek, 22 yaşında dünyanın önde gelen fotomuhabirleriyle iki yıl boyunca çalışıyor, yoğun eğitimlere katılıyor. İstanbul’da Fotoğraf Vakfı’nda sürdürülen eğitimin sonunda yayınlanan kitapta ve Amsterdam’da açılan sergide işleri yer alıyor. Kendini freelance fotoğrafçılığa hazırlarken Akdeniz Üniversitesi G.S.F’de açılan bir kadroya aklındaki bu olmasa da (hem de üzülerek) başvurmasıyla akademik hayatla yolculuğu başlıyor. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne yüksek lisans ve doktora yapmak üzere geri döndüğü ve İletişim Fakültesi Basın Yayın Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalıştığı yedi yıl içinde Çek Cumhuriyeti’ndeki önemli bir fotoğraf okulu olan FAMU’ya kabul ediliyor ve bir yıl boyunca fotoğraf üzerine çalışmalarını farklı projelerle derinleştiriyor, sergiler açıyor, küratörlük yapıyor. Yüksek lisans ve doktora sürecini tamamladıktan sonra Osmangazi Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nin kurucuları arasında ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nün kurulmasında yer alıyor.⁵
Fotoğraf, hayatının bu kadar merkezinde ve ayrılmaz bir parçasıyken giderek akademik hayatın adeta arkasında, gölgede kalmasında belki de ilk dönemlerde (üstten ve cinsiyetçi bir üslupla olduğu kaleme alınmış olduğunu söyleyebileceğim yazılar nedeniyle) yaşadığı kırgınlıkların da payı olabilir. Ve Gülbin fotoğrafıyla son dönemlerde adeta hem dünyadan hem kendinden saklanıyor.
Kasım ayında karşılaşmamızın ardından web sitesindeki işlerine, ardından da Eskişehir’de siyah-beyaz baskılarına bakıyorum. Ve gerek tekil çalışmalarında gerekse serilerindeki çoğu fotoğrafının hiç beklemediğim bir anda gözüme, aklıma, kalbime ve ruhuma mıh gibi yerleştiğini fark ediyorum. Durduruyor beni fotoğrafları ve adeta gözümün içine dik dik bakıyorlar. Ve bu fotoğraflar sayesinde kütüphanemdeki 3 fotoğrafçı ve çok sevdiğim kitaplarıyla yeniden buluşuyorum. Gülbin’in fotoğraflarına bu kitaplardaki yüzlerle birlikte bakıyorum. Genç bir fotoğrafçının yirmi bir yaşında böyle kendine ait ve içerden bakan bir ruh ve gözle yapmış olduğu bu çalışmaya hayran olmamak mümkün değil.
- Jane Evelyn Atwood’un “Too Much Time” / Women in Prison’u
- Raymond Depardon’un “Manicomio”su ve
- Alex Majoli’nin “You Survived” kitaplarının kapaklarını tekrar aralıyorum ve sayfalar, fotoğraflar arasında yeniden dolaşmaya başlıyorum.
Jane Evelyn Atwood (d.1947), dokuz yıl boyunca (1989-1998) Avrupa ve Amerika’da dokuz farklı ülkede, kırk farklı ceza ve ıslahevinde yürüttüğü [Too Much Time] projesinde, kendi ifadesiyle “sırtımızı döndüğümüz bu kadınları” fotoğraflayarak görünür kılmak, belki inatla “onlar da hayatımızın bir parçası” diyerek hikâyelerini kayıt altına alabilmek üzere sadece izin alabilmek için on yıl uğraşıyor.⁶
Raymond Depardon (d.1947), [manicomio] projesi için 1977 ile 1981 yılları arasında dört yıl İtalya’da Trieste, Venedik, Napoli, Arezzo ve Turin’deki psikiyatri kliniklerinde çalışıyor,
Alex Majoli (d.1971) [You Survived] projesi için Ocak 1994 ile Mart 1995 arasındaki on dört aylık dönemde Leros’taki akıl hastanesi çekimleri için beş ayrı yolculuk yapıyor.
Gülbin Özdamar Akarçay’ın dört ay süren [Mahpusun Yüzleri] projesi de dahil olmak üzere bu farklı, uzun ve zor yolculukların fotoğrafçıların hayatında yarattığı dönüşümü sormak, öğrenmek ve dinlemenin kendisi bile çok önemli/değerli bir farkındalık yaratmaz mıydı sırtımızı bu kadar kolay döndüğümüz insanları ve o hayatları anlayabilmek üzere?
Fotoğrafları birbirini içinden okumak istiyorum, birbirlerine yaslanan, dolaşan bir yanları, duyguları var adeta, çok farklı coğrafyalardan ve zamanlardan bize bakıyor olmalarına rağmen benzer bir zamansızlıkları ve eksiklik yüklenmiş halleri var. Gülbin’in serisindeki portrelerde, yüzlerdeki ve mahkumların kendi içlerindeki hatta hayatlarındaki kaybolmuşluk, ıssızlık ve yalnızlık duygusu (Selin Demirci yazısında yüzeysel bir bakışla -adeta fotoğraflara çok hızla, en çok birkaç saniye bakmış hissiyatını vererek- bunun tam tersini söylüyor olsa da) ölümcül bir dokunma gibi her bir kareden sızarak izleyiciye sirayet ediyor, edebiliyor.⁷
İlhan Berk’in “poetika”da (YKY, 2018) şiir için söylediği gibi, “anlam yalnızca sezilir, duyulur ancak. Bir kez değil, birçok kez okumaya açıktır. Görülmesini de istemeyiz. Böyle bir şiirde (fotoğrafta da) “görünmeyen, görünenin gizlediği bir görünmeyendir.⁸”
Bu fotoğraflarda da görünen, adeta görünmeyenin ardına gizleniyor ve bakışlarda ya da bakmayışlarda İlhan Berk’e katılmamak mümkün değil, “belirsizlik anlam yoksunluğu değildir. Tam tersine ‘çok anlamlılıktır’, sınırsızlıktır. Şiir (ve fotoğraf da) orada boy göstermek ister, Orada kendine gelir.”
Tanımlayamadığım bir bakış, beni rahatsız eden bir duygu beni canlı tutar ve vazgeçemememi sağlar. Bu boşluğun belki bir anlamı yok ama bir şekilde tutunuyorum, direnmiyorum demek ki o boşluğun bir diyeceği var bana, onu duymaya, anlamaya çalışıyorum.
Bitirirken,
Gülbin Özdamar Akarçay fotoğraflarında “görüntülerin dalga gibi patlayıp, başkalarının zihninde gelişmeye devam ettiği, aklın hiç durmadan odak noktasını değiştirip dünyayı farklı bakış açılarından görebildiği geçirgen, titreşimli bir fotoğrafın”⁹ mümkün olduğunu ilk serilerinden itibaren göstererek, başı sonu belli olmayan, kaybolunabilecek, öfkelenilecek, hüzünlenilecek ama bir şekilde paylaşılabilecek de bir çıkışsızlık yaratmayı başarıyor. İzleyiciyi soruda, sorguda ve arafta bırakıyor. Görüntülerini tek/mutlak bir anlama(ya) teslim etmeden ve görüntünün kayganlığını bozmadan [yani ehlileştirmeden] imanın, dolaylı anlatmanın, sezdirmenin yolunu da açıyor. Bir anlamda izleyiciyi savunmasız yakalıyor ve bırakıyor.
İyi ki…
Laleper Aytek
25.12.2023
Acıbadem
¹ Gülbin Özdamar Akarçay’ın 2016-2017 yılları arasında Toronto’da post-doc çalışmalarını sürdürürken (2002’deki ilk cezaevi serisinden yaklaşık on dört, on beş yıl sonra) gerçekleştirdiği “Carnaval” serisi de “öteki” serilerinden bir diğeri: https://gulbinozdamar.com/portfolios/carnaval-2/
² İFSAK İstanbul Fotoğraf Günleri, 1984 yılından başlayarak 2004’e kadar her yıl, 2004-2018 yılları arasında ise iki yılda bir olmak üzere toplamda 25 kere düzenlenmiş olan uluslararası fotoğraf günleridir. Bu dönemde 2006 yılında İFSAK tarafından bir de İstanbul Fotoğraf Bienali düzenlenmiştir.
³ John Berger / Bir Fotoğrafı Anlamak, Fotoğrafın Kullanımları, sf.79, Metis Yayınları, 2014.
⁴ Gülbin Özdamar Akarçay’ın tüm serileri, sergileri ve araştırma yazıları için bkz. gulbinozdamar.com
⁵ Ayrıntılı bilgi için Tekin Ertuğ’un hazırladığı Işıkla Resmedenler 16 (Yaşam-söylem) kitabına bakılabilir. Alter Yayıncılık, sf.99-159, 2018
⁶ Yıllar önce, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde bir doktorun araştırması için çekim yaptığım (ve yaparken oldukça zorlandığım) bir haftalık dönemde aynı şehirde yaşadığımız, yok hükmünde olan ve toplumsal bir yük gibi görülen duvarların ardında büyük tecritte yaşayan bu insanlara ve hikayelerine de çok kolay nasıl “sırtımızı dönebildiğimize” ve bu durumu kolayca “normalleştirebilme” ve onları görmezden gelme kapasitemize hâlâ çok şaşırır ve öfkelenirim.
⁷ Selin Demirci Geniş Açı fotoğraf dergisinin 27.sayısında 18.İstanbul Fotoğraf Günlerini değerlendirdiği yazısında Gülbin Özdamar’ın sergisini şöyle değerlendiriyor: “Bu tür organizasyonların en temel misyonu bu ülkedeki fotoğrafçıları da kaliteli işler yapmaya teşvik etmek olmalı. Bu da ancak sergi seçimlerinde gösterilecek titizlikle sağlanabilecek bir gelişme. Maalesef organizasyon komitesinin -birkaç istisna dışında- bu yıl çok başarılı seçimler yaptığını söylemek mümkün değil. Örneğin genç fotoğrafçı Gülbin Özdamar’ın “Mahpusun Yüzleri” sergisi. Özdamar, hapishanelerde fotoğraf çekmek gibi belki de çok zor bir işe kalkıştığından ve henüz konu üzerinde çok fazla çalışmadığından sergide amaçladığı duyguyu izleyiciye aktaramıyordu.”
⁸ René Magritte
⁹ Nurdan Gürbilek “Örme Biçimleri” kitabında (Metis, 2023) Brontë’nin Burukluğu bölümünde (sf.34-35) Virginia Woolf’un nasıl bir edebiyatı sevdiğini kendi kelimeleri ve cümlelerinden alıntılarla anlatıyordu. Ben burada “cümle” yerine “görüntüyü”, “edebiyat” yerine de “fotoğraf “kelimesini koyarak bir fotoğraf yaklaşımını anlatmak istedim.