Gri bir sis dalgasının tüm kenti ve ruhumu kapladığı bir gündü. Bilinmeze doğru yol alıyordum. Bulutların içinden yükselen sesler, zihnimin haykırışlarından daha sönük çıkıyordu. Sokaklar bomboştu. Hatta hepsi de çıkmaz sokaktı belki de… Görüş mesafem oldukça kısalmıştı. Hüzünlü, ıssız ve ezgin hissediyordum. Ne ölüydüm, ne diri… Rolüme de daha fazla devam edemiyordum. Boşluktaydım, arafta, bir tür koma hali…
Pamuk ipliğiyle tutunduğum hayatı bir iple sonlandırmayı düşündüğüm bir gündü. Bir şey söylese beynim, mesela güzel bir şey, taşların da oturacağı yerine… Ama beynim de gümüş renkli bir tülle örtmüştü yüzünü ve o bile yüz görümlüğü ister gibiydi. Kendimle gırtlak gırtlağa olduğum günlerin sonuncusuydu belki de… Yutkunamadığım her şeyi, zaten zar zor çıkan nefesimi gırtlağıma dayayacağım bir iple sallandırarak özgürlüğüne kavuşturmayı düşündüğüm bir gündü… Sevdiğim her şeyden, hayallerimden hatta isyanımdan bile vazgeçtiğim öyle bir gün…
Onunla sık sık gittiğimiz gölün kenarına attım kendimi. Kalbim öyle sert öyle acımasız ve korku dolu atıyordu ki… Göl de sanki biraz sonra suyla buluştuğunda bütün kötü enerjileri yok etmek için eritilmiş bir kurşun gibi duruyordu. Keşke bu mümkün olabilseydi… Ayaklarımın beni, bu hayatımın en mutlu olduğum sonrasında da hayatımın en dibe vurduğum yere getirmesinin elbette bir anlamı vardı. Nasıl olmasındı ki?..
Aşktan ve mutluluktan nasibini almış o masalsı anlarımıza hep bu göl şahitlik etmişti. Onu ilk defa burada öpmüştüm. Ona burada evlenme teklifi etmiştim. Üzerini hiçbir şey ile örtmeye çalışmadığımız, prangasız, saf ve tutkulu bir aşktı yaşadığımız. Gökyüzü böyle dumanlarla kaplı değildi o zamanlar; ışıl ışıldı ve gökkuşağının her rengiydi… Birlikte verilen sözler, kurulan hayaller vardı. Sözler tutulmadı, hayaller yok oldu…
Ve yine günlerden bir gün ayrılık cümleleri döküldü öptüğüm dudaklarından… Sarf ettiği her sözcük keskin bir kıymığa dönüştü ve saplandı kalbime. Profesyonel bir seri katilin soğuk kanlılığında, burada öldürdü yaşama sevincimi. Sonrası malum… Hissizleştim zamanla. Uyuşturdum kendimi, daha fazla yanmasın diye canım. Yalnızlaştım… Yıllar geçmişti belki üzerinden ama geçmemişti bendeki bu koma hali. Herhangi biri ile gideremediğim bir yalnızlık. Yerini de kimseye bırakmaya niyeti yoktu. Kalbim artık kimse için çarpmıyordu. Hayattaki hiçbir şey ilgimi çekmiyordu ve beni mutlu etmiyordu. Büyük üzüntü duyacağım şeyler için üzülemiyordum da…
Sesler durmuyordu kafamın içinde. Zaman beni, ben zamanı öldürüyordum. Ya meczup gibi hayatıma devam edecektim ya da hayatıma son verecektim o gün… Gözlerimi kapatıp gökyüzüyle sonsuzluğa uzanışımı hayal ettiğim sırada, yüzümü okşayan ılık bir rüzgarın beraberinde getirdiği o kokuyu hissettim. Uzun zamandır hissedemediğim tuhaf tanıdık bir huzur vardı o kokuda. Bütün huzurlu olduğum anlarıma götürdü beni. Mutfakta annemin pişirdiği kekin kokusuyla eve dağılan huzuru anımsadım ya da baharda açan portakal çiçeklerinin, akşam üzeri şehre yaydığı kokuyla balkonda içtiğim bir fincan kahvenin tadını… Ruhumun, kalbimin, bedenimin bütün odalarını saran bir huzur…
Bunca zaman sonra bunu hissettiren, öylesine esen bir rüzgar olamazdı. Kokuyu ciğerlerime çekip gözlerimi açtığımda üzerimden bir kuşun geçtiğini farkettim, o kanat çırptıkça rüzgarın ve kokunun etkisiyle saatlerdir bir şey söylesin diye beklediğim beynim de ümit vadeden bir kaç cümle ile taşları oturtmuştu yerine… Az önceki, hatta yıllardır sırtımda bir kambur gibi taşıdığım umutsuzluğumdan eser kalmamıştı. Apaçık bir mucizenin işaretiydi bu. Herkesin anlayamayacağı, sadece başına gelenlerin anlayabileceği… Artık ölümün değil yaşamın kıyısındaydım…
Gölün kenarında bulunan tekne ile karşı kıyılara da geçebileceğimi, başka türlü hayatların da mümkün olabileceğini anladım o gün… Saatlerce bana eşlik eden ipe tüm yalnızlığımı, vazgeçmişliğimi bırakıp vedalaştıktan sonra o tekne ile karşı kıyıya doğru yol aldım, üzerimde kanat çırpan o kuşun varlığı, beni çıkmazlardan döndüren rüzgarın ve o kokunun eşliğinde….