You are currently viewing Suçlu Kim?

Suçlu Kim?

2023 yılında gerçekleşen Sony Dünya Fotoğraf Ödülleri’nde Yaratıcılık dalında birincilik kazanan Boris Eldagsen, dünya genelinde bir tartışma yarattı. Önce fotoğrafın AI üretimi olduğunu söyledikten sonra ödülü reddedip “(…) niyetim bir konuyu açmak için dikkat çekmekti.” diyerek gözden kayboldu.

Kaçınız bunun yapay zekâ tarafından üretildiğini biliyordu veya bundan şüpheleniyordu? Bu konuda bir şeyler doğru gelmiyor, değil mi? (..) Fotoğraf dünyasının açık bir tartışmaya ihtiyacı var.” 

Boris’in devam eden sözlerinde; AI ile üretilmiş bir fotoğrafın jürinin nasıl fark etmediğini ve bir fotoğrafçının da bunda ısrarcı olmasının üzerine tartışmalıyız, diyor. Boris Eldagsen aslında dünya çapında yetkili olan ve yüksek rakamların konuşulduğu bir yarışmanın açığını yakalamıştı. Jüri ve fotoğrafçılara karşı bir eleştiriydi. Bu eleştirisini ise pratikte göstererek büyük münazarayı başlattı. Aylarca sanat dergilerinin, gazetelerinin sanat sayfalarında Elektrikçi adıyla ürettiği iki kadınlı portre fotoğrafı boy boy yer aldı ve hafızalara kazındı. Eleştirmenler ise bu olayı çok farklı açılardan bakarak yeni perspektifler getirdiler. 

Bununla birlikte düzenenlenen bütün fotoğraf yarışmalarının kurallarını yeniden yazdırdı. Artık birçok yarışma AI fotoğraf kabul etmezken, birçoğu da AI için tek başına bir kategori açtı. Artık fotoğraf gündemini aylarca meşgul edecek bir konu çıkmıştı hepimize. Üzerinde en çok durulan mevzular ise yarışmaların çürümüşlüğü, jürilerin yetersizliği  ve fotoğrafçıların erdemsizliği… 

Bu tartışmaları yakından takip ederken özellikle Türkiye merceğine odaklanmak istedim. Çünkü beni ilgilendiren Türkiye’deki fotoğraf sanatıydı. Ne yazık ki, Boris’in açtığı bu tartışmaların tesirini göremedim. Biraz geriye gidip derinlemesine bakalım. 

90’lardan sonra ikibinliler çağında yeniden akılları karıştıran “Sanat nedir?” ve “Sanatçı kimdir?” iki soruyu birbirine bağlayan üçgenin tamamlayıcı sorusu “Ahlak nedir?” oldu. Ahlak kavramının yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyulduğu ikibinliler dönemi; birçok insanın “sanatçı” sıfatına sıkıca yapışıp  ortaya koydukları eserlere “sanat” adıyla eşzamanlı olarak birçok alanda gördüğümüz, üzerine tartışmaktan kaçınılan bir zaman artık. Geçmişten bugüne taşınan birçok düşünceyi altüst eden “sanatçının ahlakı” durumudur. Sanatçının ahlakını ortaya çıkaran bireysel ve dışsal faktörleri göz önünde bulundurmak gereklidir. Mecburi taraflarını bir kenara bırakıp keyfi ve özünden uzaklaşmış çıkar medetli duygularla yapılan bir eylem olduğunda özellikle -sanatı üzerinden- şu soru ortaya çıkıyor. Suçlu kim?

Sanatçı mı yoksa bu durumun ortaya çıkmasına yardımcı olan çevresel faktörlerin yetersizliği mi, çözülemeyen sorunların doğurduğu mecburiyet mi? Çünkü bu durum aynı zamanda bir ahlak sorunudur da. Özellikle Türkiye’nin fotoğraf gelişiminin ardında duramayan kurum ve kuruluşlarına katılan, pay biçen, çıkar güden fotoğrafçının hâllerinde gördüğüm yoksunluk beni düşündürüyor. Israrla aynı fotoğrafla bütün yarışmalara katılarak birinciliğini elde tutan fotoğrafçıyı gerçekten jüri fark etmiyor mu? Jürinin bu fotoğrafı daha önce görmeme ihtimali yoktur. Jürinin bu fotoğrafçıyı başka bir yerde fark etmeme ihtimali yoktur. Eğer var ise o zaman jürinin de durumu vahim! Bakalım ustalara! Büyük fotoğrafçıları usta kılan başta yapıtlarıyla yan yana duran kişiliği yani ahlakı olmuştur. Peki, fotoğrafın yanında duran fotoğrafçı ahlakını nerede sunar? Kendisini ön plana çıkaran yardımcı araçların en başında yer alan fotoğraf yarışmaları birinci örnektir. Ardından festivaller, fotoğraf kültür etkinlikleri ve devamında sayacağımız çabuk unutulan sayısız etkinlikler. Bu alanlarda yaşanılan yolsuzluklar, fotoğrafçıların jürileri saf yerine koyma çabaları, yarışmaların etkisizliği ayan beyan ortada olmasına rağmen neden bir tartışma yaratmıyor? İsimler saklanıp, olaylar örtülüp geçiştiriliyor… 

Oscar Wilde’nin bir tabiri vardır. “Sanatta kendini pazarlayan postmodern fenomenler…” Wilde’nin bu sözü tam manasıyla durumu açıklar. Sanat, içinde bulunduğumuz çağın simgesi ise gördüklerimiz karşısında çağımız ne hâlde? 

Bir fotoğrafa baktığınızda, sizin baktığınız ana taşıyan etmenler vardır. Suyu taşıyan nehrin yatağını öğrenmek gibi. Suyu nereden alıp nereye götürdüğünü tahmin ederiz. Peki, şu an baktığımız fotoğraf nereden geliyor ve nereye gidiyor? Fotoğrafçıyı görebiliyor musunuz? Gerçekten fotoğrafçı kendi hakkında yapılan güzellemelerle hiç ilgilenmez, aksine kendi izlenimlerinin farkına varır ve nitelikli yargıyı “zamanın” vereceğini bilir ve kabul eder. Bilinçsizce ortaya atılan, olgunlaşmamış “tat alma duygusuyla” söylenenlerin ardına düşmez. Sanatını takdir edenlerin yeterliliği olmadığının da farkındadır. Bozulmuş kimi yarışmaların peşine balık ağı gibi takılmaz, yoksun olan büyüklerin peşine düşmez veyahut ihtiyaç duymaz, isim yapmış alanlara girmek için ahlak kimliğini yere düşürmeden zamanın içtenlikle sanatını yargılayacağına güvenir. Bariz ve sıradan alanlardan sıyrılıp kendi sanatının gelişimine ve anlatımına odaklanır. Boris de fotoğrafı ciddiye aldığından ve ortada yolunda olmayan bir şeyleri fark ettirmek için “gürültü” yaptı. Bir de dönüp kendimize bakmalıyız.

Eleştirmen Wainewright der ki, “İşte bir resim de renkleri, çizgileri yapıldıktan elli yıl sonra yerlerine oturur. Eleştirmem için benim bir sanat eserine zamanın teleskopuyla bakmam gerek.” Fotoğrafı alkışlayan kitleye ya da alkışlayan kimler olduklarına hiç bakmadınız mı? Birçok riyakâr, yapmacık insan bütün gördüğüne karşı büyük sevgi besler. Sanat bilinciyle değil, ahmaklığıyla bakar ve sadece “büyük sevgi” vardır. Dikkat ettiyseniz sarf ettikleri beğeni sözleri, bol bol dağıtılmıştır. Ve bunun bizdeki karşılığının ne olduğunu da biliyorsunuz elbet. Politik doğruculuktur. Yani sinsiliktir. Her yerde görürsünüz, bütün alanlarda… 

Son olarak Oscar Wilde’nin Wainewright ile yaşadığı bir anekdotuyla bitirmek istiyorum. 

Oscar ve Wainewright, yaptığı sahtekârlıklarla bilinen bir ressamın sergisine giderler. Wainewright bir tablonun önünde uzun uzun durur ve Oscar’a şöyle der: “İyi yürekli sevimli bir kızın yüzüne, kendi içindeki kötülüğünü yansıtan bir ifade vermiş.”

Nazlı Yıldırım

Ankara doğumlu olan Nazlı Yıldırım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okudu. İlk olarak öğretmenlik yaptıktan sonra yayıncılık sektörüne editör olarak geçti. Makaleleri, Yunanistan, Belçika ve Türkiye’deki çeşitli dergilerde, gazetelerde ve çevrimiçi platformlarda yayımlandı. Fotoğrafçılık kariyerinde, ilk fotoğraf fanzini “Hayret”i yayımladı. 2019’da eserleri “1+1 Birlikte Güçlüyüz!” sergisinde yer aldı. İkinci fotoğraf fanzini 2021’de Fail Books işbirliğiyle yayımlandı. Nazlı Yıldırım’ın ilk fotoğraf kitabı “Seninle Başım Dertte” 2023’te Onagöre Yayınları tarafından yayımlandı. İlk romanı “Deli Bir Düştü Rosa!” Anima Yayınları etiketiyle okuyucusuyla buluştu. Sanatında kişisel deneyimlerinden yola çıkarak aidiyet ve ayrımcılık temalarını keşfetmektedir. Eserlerinde, sınıf, kültür, cinsiyet, cinsel kimlik ve aile dinamiklerinin toplumlar üzerindeki etkilerini belgeliyor. Özellikle cinsiyet, kültürel kimlik, ayrımcılık ve LGBTI+ topluluklarının deneyimlerine odaklanmaktadır. Şu an İrlanda’da sanatsal çalışmalarına devam etmektedir.