’Keyifsizce baktım arkasından. Ah, ağaçlara da güven olmuyordu işte, onları da kaybedebiliyordunuz, ellerinizin altında ölüveriyorlardı; gün geliyor, sizi yarı yolda bırakıp o devasa karanlığın içinde kaybolup gidiyorlardı!’’
Bir zamanlar ’’Doğanın Kadim Ruhları’’ başlıklı bir yazı yazmıştım. İlk cümlesi şuydu; ’Bir ağacı karşınıza alıp düşünün.’ Epey zaman sonra ağaçlara olan ilgimi bilen bir zat-ı muhterem elinde bir hediyeyle çıkageldi. Hermann Hesse’nin ‘’Ağaçlar’’ kitabı. Bunlar da kitabın ilk cümleleri: ‘’Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için. Ormanlar ve korularda halklar ve aileler halinde yaşayan ağaçlara hayranım ben. Tek başına duran ağaçlara daha da hayranım. Yalnız insanlar gibidir onlar. Şu ya da bu zaaftan ötürü sıvışıp giden münzeviler gibi değil, yalnızlaşmış büyük insanlar gibi.’’
Kitabı okurken kaba bir hesaplama yapıyorum. Kaç senedir ağaçlar ilgimi çekiyor, kaç zamandır ağaç fotoğrafı çekiyorum. Uzun zaman olmuş. Geriye dönüp düşünüyorum. Çocukken babamla diktiğimiz ilk ağacı hatırlıyorum; sarıçam. İlk fotoğrafladığım ağaç ise bahçedeki leylak olmuştu; ilk kameramla ve daha çok küçükken. Ağacın kokusu mu cezbetmişti, rengi mi bilemiyorum. Sonra cazibe merkezini net hatırladığım Frangipaniler, çiçeklerine vurulup dört yandan fotoğrafını çektiğim ağaçlar. Ardından gittiğim her kıtada tanıştığım Sekoyalar, Akasyalar, Baobablar, adını bilemediğim ya da hatırlamadığım onlarcası….
Çok çok eskiden her şeyin büyük bir saçmalık olduğunu düşünürdüm. Fikrimiz sorulmadan gönderildiğimiz dünyadan yine ne zaman olacağından bihaber olduğumuz bir vakitte çekip gidecektik ve bu iki vaka arasında yaşananlar da saçmalıktan ibaret bir dizi olaydı benim için. Bir sürü acı, hüzün, elem ve azcık mutluluk. Yaşamın genel formülü buydu. Yosemite’de grup rehberimiz sekoyalardan bahsederken ‘hayatın saçmalık olduğunu düşünüyorsanız sekoyaları daha yakından inceleyin.’ dedi. Ürperdim. Dünyanın en uzun ve en yaşlı ağaçlarıdır sekoyalar. En meşhur olanı ‘‘General Sherman’’dır; 83 m uzunluğunda, 12 m çapında ve 2200 yaşındadır. Sekoyaların hayatta kalabilmesi için ise yangına ihtiyacı vardır; hem içerde, hem dışarda. Bu ne demek? Topraktaki mineralleri daha fazla alabilmek ve geniş gövdesini daha da genişletebilmek için etraftaki diğer ağaçların yanması gerekir. Sekoya gövdesi yanmaya karşı çok dayanıklıdır. Bir sekoyayı yakabilmek için özel bir çaba gerekir. Yangında diğer ağaçlar yanarken sekoyalar dimdik ayakta kalır. Hem etrafındaki diğer ağaçlardan kurtulmuş hem de onlardan kalan küllerin minerallere dönüşmesi ile beslenmiş olurlar. Bu dışarıdaki yangındır. Bir de içeride olan yangın var. Sekoya ağacı minicik bir tohumdan gelişir. Bu tohumların açılması içinse yüksek ısıya ihtiyaç vardır. Ağacın gövdesi ateş geçirmez olduğu için sekoya içerden yanar ve açılan tohumlar toprağa düşer. Sekoyanın içindeki yangın dışardan görülmez, içerde olur biter. İçeri yangın yeri, dışarı yangın yeri, dimdik ayakta duran sekoya…
Hesse kitabının bir bölümünde bahçesindeki kayın ağacından bahseder: ‘’Daha birkaç gün önce, kuvvetli kuzey rüzgarında burada durmuş, soğuktan titreyerek yakamı kaldırmış, kayının haşin rüzgarda istifini hiç bozmamasını ve bir yaprakçığını bile vermemesini hayranlıkla izlemiştim; inatla, cesaretle, sertçe direnmiş, sararmış eski yapraklarına sahip çıkmıştı ağaç. Ve şimdi, bugün, ılık, durgun ateşimin başında durup odun kırarken gördüm: Çok hafif, yumuşak bir esinti çıktı, nefes gibiydi ve onca zaman tutunan o yaprakların yüzlercesi, binlercesi dayanmaktan yorularak, inatlaşmaktan, yiğitlenmekten yorularak sessizce, hafifçe, istekle uçuşup gitti…Çünkü zamanı gelmişti, çünkü o zorlu direnişe artık gerek kalmamıştı.’’
Vazgeçmiş bir kayın… ayakta duran sekoya…
Ağaçlar bana hep sabrı, dayanıklılığı, yıkılmamayı, zaman zaman yapraklarını döksen de yeniden çiçek açmayı, etrafındaki yabani otlarla, dikenlerle, haşerelerle mücadele etmeyi, fırtınaları atlatmanın da mümkün olduğunu hatırlattı. Ben ölümü bir ağaca hiç yakıştıramadım mesela. Direnen onlardı, koyu gölgelerinde teselli arayanlar bizdik. Onları öldüren, kesen, yakan yine bizdik. Hesse bir gün eve döndüğünde devrilmiş bulduğu şeftali ağacına şöyle veda ediyor kitabında:’ ’Sonunda pes etmek zorunda kaldın, düştün ve kökünden koparıldın. Ama savaş uçaklarıyla atılan bombalarla parçalanmadın, şeytani asitlerle yakılmadın, milyonlarca insan gibi sürülmedin yurdundan, çöküşü ve yıkımı, savaşı ve etrafındaki rezaleti yaşamak ve sefilce ölüp gitmek zorunda kalmadın… Şanslı addediyorum seni; bizden daha iyi, daha güzel yaşlandın ve ömrümüzün sonunda yozlaşmış bir dünyanın zehri ve sefaletiyle boğuşan, etrafımızı kemiren ahlaksızlığa rağmen bir nebze temiz hava solumak için mücadele eden bizlerden daha onurlu öldün.’’
Ölen bir şeftali ağacı… vazgeçmiş bir kayın… ayakta duran sekoya…
‘’Tüm güzelliklerden bir torba dolusu olsun saklanabilse ve zor zamanlar için bir kenara koyulabilse keşke!… Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünyanın bereketi; her gün açıyor çiçekler, parlıyor ışık, gülüyor sevinç. Bazen minnettarlıkla doyasıya içiyoruz bu bereketi, bazen de bıkıp hırçınlaşıyor, adını bile anmak istemiyoruz, oysa etrafımızda her daim bir dolu güzellik var. Zaten sevincin en güzel tarafı, tesadüfi ve bedava olmasıdır; özgürdür sevinç ve Tanrı’nın armağanıdır herkese, ıhlamur çiçeğinin esip gelen kokusu gibi…’’
Mis kokan bir ıhlamur… ölen bir şeftali ağacı… vazgeçmiş bir kayın… ayakta duran sekoya…
Bir insanın sadece insan olarak varolması büyük bir mesele; kabul, ama belki bu insanın ben, sen ya da o olması çok da gerekli ve büyütülecek bir mevzu değil. Yaşamın sonunda tüm olan bitenin sıfırla çarpılacağı gerçeğini unutuyoruz. Bir ağaç kadar yaşayamayacağımızı da… Kitap bitince anlamsız iddialar üretip sabahlara kadar ciddiyetle onları tartışmak isteğimi yastığımın altına bıraktım. Kimseye bu eziyeti reva göremezdim. Zaten akıl sağlığımızın çok da yerinde olmadığı konusunda hemfikiriz diye düşünüyorum. Sadece sessizce oturup birkaç gün her şey yolundaymış gibi davranacağım. Bir yazarı okumanın, anlamanın ve aynı duyguları paylaşıyor olmanın dayanılmaz hafifliğini hissettim. Yazarların tam da okuyucuyu hayrete düşüren ve ’’yaa işte ben de tam bunu anlatmak istemiştim’’ dedirten cümleleri… Böyle cümleler ağaçların dalları gibi uzanır ve sarıp sarmalar düşüncelerimizi. Sahi siz hiç bir ağaca sarıldınız mı? Sarılın!
‘’Onları dinlemediğimiz sürece bizden daha bilgedir ağaçlar. Ama onlara kulak vermeyi öğrendiğimizde, düşüncelerimizin tam da o uçuculuğu, o çocuksu telaşı benzersiz bir coşku kazanır. Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.’’