Yolda yürürken yanından geçtiğiniz bir taş yığınının sanat eseri olabileceği aklınıza gelir mi hiç? Peki bu taş yığınını bir müzede sergilenirken görseniz karşısına geçip ne düşünürsünüz?
Tam tersini düşünelim şimdi, hayatı boyunca sayısız eser üreten Picasso’nun bir tablosunu müzede izlerken nasıl bir duygu kaplar içinizi? Peki, o tabloyu alıp içeri soğuk hava girmesin diye kırılan camın önüne koysak, hala sanat eseri midir o hayranlıkla izlediğimiz resim?
Diyelim ki konser salonunda Filarmoni Orkestrası, Chopin Nocturne op. 9 No: 2’yi çalıyor, siz de hayranlıkla dinliyorsunuz. Aynı eseri asansörde dinlediğinizde de ona sanat eseri diyor musunuz?
Klasik dönemde Michelangelo’nun, Donatello’nun ürettiği heykeller az uğraşla, biraz el becerisine sahip olan herkesin yapabileceği heykeller midir? Katedrallerde hayranlıkla izlediğimiz freskleri Leonardo da Vinci’nin eseri değil de kilisenin siparişi üzerine yapılmış artisan becerileri olarak mı göreceğiz?
Modernizmde klasik döneme başkaldıran empresyonistleri ve onların arkasından çorap söküğü gibi gelen ‘’Beni de görün ben de böyle hissediyorum, ben de dünyayı böyle görüyorum!’’ diyen sanatçıları ve sanat akımlarını nereye bağlayacağız?
Tüm bunlar yetmezmiş gibi yetti artık sizin disiplinleriniz, kurallarınız, manifestolarınız diyerek ortaya çıkan postmodernizmi ne yapacağız?
Hatta daha fazla cümbüş olmasın diyerek güncel sanatı hiç anmadan, kavramsala uzaktan göz kırparak geçersek ve hatta ironik bir şekilde ’’demokrasi’’ başlıklı makale yazabilen yapay zekanın ürettiği sanat eserlerini, açtığı sergiyi ve NFT meselesini selam çakarak sözlü sınavı burada bitirsek dahi tarihin hiçbir döneminde cevabı net olarak verilememiş, uzun ve sonu gelmez tartışmalara sebep olmuş koskocaman bir soruyla baş başa kalıyoruz: ‘’Peki, sanat nedir? Sanat nerede, sanatçı nerede?’’
Sanatçı el emeği kullanan mı? Düşünce, fikir üreten mi? Bağlam oluşturan mı? Dünyayla bir derdi olan ve bu derdini bize kendi sanat diliyle anlatan mı? Yoksa eskiden beri kafamıza kazındığı üzere üstün yetenekleri olan, zekası ve sezgileriyle çağının önünde giden, yere göğe sığdıramadıklarımız mı? Sanat, gerçekten deha düzeyindeki zekanın ortaya koyduğu tepkisel ürünler midir? Yoksa sanat üretmek için sanatı anlamaya çalışmak, ondan zevk almak, algılamak, hissetmek, çaba göstermek ve sonuçta çalışmak, çok çalışmak ve üretmek, tekrar tekrar denemek mi gerekir?
İnsan hayatı içerisindeki deneyimlerini, hislerini, sezgilerini ve daha birçoğunu anlatmak istemiştir. Yontma taş devrinde yaşayan insanın mağara duvarlarına av resimleri kazımasından günümüzde teknolojiye hükmeden insanın kodlar yazarak eser üretmesi arasında çok büyük farklar görmüyorum. Nihayetinde insanız; birileri bizi anlasın, birileri bizi fark etsin istiyoruz. Bunun için fotoğraf çekiyoruz, mermeri yontuyoruz, kodlar yazıyoruz, boyaları karıştırıp renklerle oynuyoruz, notalarla derdimizi anlatmaya çalışıyoruz.
Picasso, ‘’Sanat öyle bir yalandır ki bu yalanla gerçeğe ulaşırız.’’ der. Bundan daha yanlış ancak daha anlamlı bir söz bilmiyorum. Sanat asla ve asla kesin bir tanım içermez. Yaratıcılığın, hayal gücünün, sezgilerin, farklılıkların, hissedilenlerin, düşüncelerin, duyulanların ve görülenlerin somutlaştırılmış halidir. Bazen bir ihtiyaç, bazen bir değer, bazen yaratıcılık olur. Hatta merak olur, cesaret olur, sabır, farkındalık, bir ifade biçimi, isyan, lisan olur, meditasyon olur, terapi olur. Bedeni uyuşmuşluk halinden uyandıran, sezgileri uyaran araç olur.
İçinde yaşadığımız dünya ile nasıl baş ettiğimizi anlamakta zorlanıyorum bazen. Her şey o kadar yapmacık ve gerçeklikten o kadar uzak ki algılarımız bir noktadan sonra uyuşuyor. Zihinlerimiz keçeleşmiş, bedenimiz katılaşmış, algılarımız kör, hislerimiz yok olmuş durumda. Nekahet umudu dahi olmayan bir hastalığa tutulmuş gibiyiz. Bitkisel hayatın yalancıktan neşeli hali. Hepimiz kendi irademiz dışında gelişen şartların tutsağıyız.
Ben tüm bu handikap içinde sanatı ve sanatın içinde fotoğrafı, beni tutup “Heyy, gel bir de burdan bak hayata, bakış açını değiştir, görme biçimlerini hatırla!” diyerek sarsmasıyla, dondurduğum her anın geçmiş ve gelecek arasında kaydedilmiş tek nokta olması heyecanıyla, yalanlarıyla, ha bire yeni şeylere ufuk açması ve bunların bir çoğunun uyduruk şeyler olmasıyla, işlevsizliğiyle, saçmalamasıyla, gülümsetmesiyle, kafamı karıştırıp “Sanatçı burda ne anlatmak istemiş acaba?” dedirtmesiyle, fotoğraf kadrajlarında beni o alıştığımız sıradanlaşmış sıkıcı hayatın dışına atmasıyla, hayal gücünün sonsuz gücüne sığınarak anlatamadıklarımı gösterebilmesiyle, yaşamın dinamiklerine başka başka açılardan kolaj-montaj yapmasıyla seviyorum.
Sanatın sanat olduğu yer belki de “Ulan bu da mı sanat?’’ dediğimiz yerdir. Dikkatlice bir kere daha baksak mı acaba..?