** dikkat spoiler içerir! **
Türkçeye ‘Cinayeti Gördüm’ ismiyle çevrilen ‘Blow Up’, İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’nin Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın İngilizceye aynı adla çevrilen öyküsünden uyarlayarak 1966 yılında çektiği ilk İngilizce filmidir. Antonioni’nin yıldızının parlamasını sağlayan film, 1967 yılında En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo olmak üzere iki dalda Oscar’a aday olmuştur ve yine aynı yıl Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ ödülünü kazanmıştır.
Sinema dünyasına film eleştirileri yazarak giren Antonioni, bir dönem senaryo yazarlığı yapmıştır. Bu dönemde Roberto Rossellini ve Enrico Fulchignoni gibi yönetmenlerle çalışmıştır. 1950 yılında ise Cronoca di un Amore (Bir Aşkın Güncesi) adlı ilk uzun metrajlı filmini yönetmiştir. Antonioni’nin ilk dönem filmlerinde Yeni Gerçekçilik akımının izlerini görmek mümkündür. 1960’lı yıllar itibariyle ise kendini bulduğu döneme doğru bir olgunlaşma sürecine girdiği söylenebilir. Bu olgunlaşma sürecinin en başında, -L’Avventura, La Notte, L’Eclipse- üç filmden oluşan iletişimsizlik üçlemesini çekmiştir. Sinemasında ağırlıklı olarak yabancılaşma, yalnızlaşma, iletişimsizlik ve modernizm konuları üzerine yoğunlaşmıştır.
Bu temalara ek olarak ‘gerçeklik’ üzerine yoğunlaştığı bir film olan ‘Blow Up’ açılış sahnesi itibariyle derdini izleyiciye aktarmayı başarmaktadır. Fabrikadan çıkan işleri gördüğümüz bu ilk sahnede Antonioni şüphesiz ki Lumiere kardeşlere selam çakmaktadır! Bu sahneyle birlikte aslında Antonioni, yaşamsal gerçeklikten koparak sinemasal bir gerçeklik boyutuna girdiğini seyirciye hissettirmektedir. Film boyunca, izleyicinin gerçekliğin ne olduğu üzerine kafa yormasını isteyen yönetmen, bu talebini yine filmin giriş sahnesinden itibaren filme dahil ettiği pandomim sanatçılarıyla desteklemektedir. Dikkatli bakıldığında film, başladığı andan itibaren gerçekliğin sorgulanması gereken bir şey olduğunu söylemektedir. Absürtlüklerle birlikte gerçekle olan savaşı da başlamaktadır.
Neredeyse filmin giriş sahnesiyle birlikte protagonistin de (Thomas) görüldüğünün ve onun bir fotoğrafçı olduğunun anlaşılması biraz zaman almaktadır. Çatışması gerçeklik olan bir hikâyede protagonistin mesleğinin fotoğrafçı olarak seçilmiş olması birçok taşın yerine oturmasını sağlar. Bu durum izleyiciye fotoğraf ve gerçeklik arasındaki bağı düşünmesi gerektiği konusunda da bir kapı açmaktadır. Filmi bir süre takip ettiğimizde Thomas’ın imrenilecek bir hayata sahip olduğunu fark etmek oldukça kolaydır; son model arabası, güzel bir evi olan, birbirinden güzel mankenlerle çekimler yapan genç ve zengin bir fotoğrafçı imajı çizmektedir Thomas. Fakat Antonioni’nin izleyiciye en başından beri gerçekliği sorgulaması gerektiği konusunda küçük mesajlar gönderdiği göz önüne alındığında çizilen bu imajın da sorgulanması gerektiği kanısına varılmalıdır. Şayet filmin hikayesi ilerledikçe bu durumun sinyalleri kendini göstermeye başlar. Thomas’ın hal ve hareketlerinden, en basitinden mankenlerle olan iletişiminden hayatından memnun olmadığı çıkarımını yapılabilmektedir. Filmin kırılma noktası olarak sayılabilecek bir sahneye sebep olan Thomas’ın fotoğraf çekmek için sokağa çıkmış olması da aslında bu memnuniyetsizliğin bir meyvesidir. Fotoğrafçı, yeni bir heyecan aramaktadır. Aslına bakılırsa, filmin tüm hikayesinin protagonistin yaşıyor olduğu yabancılaşma, yalnızlaşma ve kendi gerçeğini arama duygu durumları üzerinden şekillendiğini söylemek de mümkündür. Tüm hayatı fotoğrafla geçen Thomas, heyecan arayışındayken bir parkta yaşanan cinayeti fotoğrafladığı ve bu cinayeti ortaya çıkartabileceği sanrısına kapılarak hayatını yine fotoğraf üzerinden anlamlandırma çabasına düşer. Usta yönetmen Antonioni, izleyici de bu sanrıya ve çabaya dahil etmeyi dahice bir şekilde başarmıştır.
Cinayet sanrısı Thomas’ın evine dönüp fotoğrafları yıkaması ve incelemesi ile başlar. Fakat öncesinde aslında o sırada fotoğrafı çekilen kadın ile Thomas arasında yaşanan tartışma bu doğrulta bir olay örgüsüne zemin hazırlamaktadır. Filme ismini veren ‘Blow-Up’, İngilizce ‘mercekle fotoğrafları büyütmek/genişletmek’ anlamında teknik bir terimdir. Thomas, fotoğrafı mercek altına alıp büyüterek asıl fotoğrafı kendi gerçeklik bağlamından kopartır ve yeni bir gerçeklik yaratır. ‘Fotoğraf gerçeği mi gösterir yoksa yeni bir gerçeklik mi yaratır?’ sorusu ise bu noktada tekrar gündeme gelebilir fakat aslına bakılırsa burada tartışılması gereken asıl sorun, gerçekliğin ne olduğu üzerine felsefi olarak net bir tanım yapmanın mümkün olmamasıdır.
Film bir cinayet sanrısı üzerine kurulmuş olsa dahi, asıl derdi hiçbir zaman cinayet, cinayetin varlığı veya yokluğu değildir. Fotoğrafçı bir protagonist aracılığıyla birçok şey sorgulanmaktadır; fotoğraf, sanat hatta sinemanın kendisi ile birlikte tabii ki gerçeğin kavramsal anlamda sorgusu, bireysel bir yalnızlaşma hikayesi üzerinden anlatılmaktadır.
Filmi pandomim sanatçılarıyla başlatan Antonioni, bir sinema efsanesi olarak kabul edilebilecek olan son sahneyi yine pandomim sanatçılarıyla yaparak güzel bir kapı aralığı bırakır.
Ve en sonunda protagonisti de tamamen kaybederek en başından beri dahil ettiği sanrılarla, seyirciyi baş başa bırakır.