Kuir, beden ve aşk üçgenindeki sorulara cevap aradığım şu günlerde hikâyesini anlatan fotoğrafçıların peşine düşmüştüm. Kuir kapsayıcılığı olmayan fotoğrafçılarının çalışmalarını da inceliyordum. İlişkinin oluşturduğu diyalogları okuma ve anlama gayretinin içinde kendi “kuir, beden ve aşk” ilişkimi yeniden keşfetme arzusu vardı çünkü. Cevaplarını bulduğum sorularımın yanlış sorular olduğunu fark ettiğim an, yeniden yolculuğa başlama kararını vermiştim. Bu süreçte erişebildiğim fiziksel ve dijital kaynakları incelerken Marna Clarke ile tanıştım. Bugün 83 yaşında olan fotoğrafçı, bir siyah beyaz Kodak filmli fotoğraftan etkilenmesiyle fotoğrafa merak sarar ve fotoğrafa başladığı dönemini şu sözleriyle tarif eder:
“It was 1972. I was living in New York City, married with two small sons. Inspired by the ad, I started carrying a point & shoot camera and capturing whatever struck me as memorable or unsettling. I soon bought a 35mm SLR camera and began educating myself with classes and exhibitions. At night I would transform my kitchen into a darkroom and stay up late watching the chemicals turn my observations into silver images.”
“Yıl 1972’ydi. New York’ta yaşıyordum, evliydim ve iki küçük oğlum vardı. Reklamdan ilham alarak bir bas-çek kamera taşımaya ve bana hatırlamaya değer veya sarsıcı gelen her şeyi çekmeye başladım. Kısa süre sonra bir 35mm SLR fotoğraf makinesi satın aldım ve dersler ve sergilerle kendimi eğitmeye başladım. Geceleri mutfağımı karanlık bir odaya çevirir ve kimyasalların gözlemlerimi gümüşi görüntülere dönüştürmesini izleyerek geç saatlere kadar uyanık kalırdım.”*
2010’da ilk solo sergisinin ardından çalışmaları peş peşe gelir. Çalışmalarını sürdürürken aynı tarihte başladığı “Time As We Know It” projesini sürdürür. 11 yıllık bir zaman dilimini kapsayan bu projenin henüz sonlanmadığını size söyleyebilirim. Çünkü bedenin değişimini, değişimle birlikte ortaya çıkan ilişki diyaloglarını kaydettiği kişisel bir yolculuğu taşıyan bu projesinin, kendisi hayatta olduğu müddetçe sonlanabilmesi mümkün mü? Bir rüyadan uyanmanın tesiriyle başlanılan her bir yolculuk öğrenmeye hep devam edecektir. Marna Clarke, bu projesine nasıl başladığını anlatıyor:
“I woke from a dream in which I had rounded a corner and seen the end. This disturbing dream moved me to begin photographing the two of us, chronicling our time together, growing old. (…) I have entered a taboo territory: aging and death.”
“Bir köşeyi döndüğüm ve sonunu gördüğüm bir rüyadan uyandım. Bu rahatsız edici rüya beni ikimizin fotoğrafını çekmeye ve birlikte geçirdiğimiz zamanı, yaşlanmayı kaydetmeye yöneltti. (…) Bir tabu alanına girdim: yaşlanma ve ölüm.”*
Yaşlanma ve ölümün beden ilişkisini sorgulayan “Time As We Know It” adlı çalışmasına baktığımda kafamda yeni sorular doğurdu. İlk beden ve ölüm ilişkisine annemin üzerinde tanık olduğum zamanlarda şuurum kapalıydı ve çoğu ayrıntıları kaçırdım. Sanırım fazla yok oluşla ya da şeylerin yok olma olaylarıyla sık karşılaştıkça arananlar da hayli zorlayıcı oluyor. Ama Marna Clarke’ye baktığımız vakit sadece Marla’nın gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Önemli olan ise bu gerçeğin, bedenimizle kurduğumuz ilişkiye açıklık getirip getirmediği.
*Alıntıları orijinal dilinden çeviren Metehan Ertunç’a çok teşekkür ederiz!