Hava güzel, kameramı, kahvemi, kitabımı aldım; evin yakınlarındaki yeşil alanda son zamanlarda sık sık giderek kitap okuduğum büyük ağacın yanındaki küçük kamelyaya yerleştim. Henüz kimse keşfetmedi burayı. Yakında bulurlar. O zaman benim de yeni bir yer bulmam gerekir. Bu hep böyle olur.
Kitabı açtım okuyorum; konu ağır, mevzu derin: fotoğraf ama felsefesi. Tam “fotoğraf felsefesi”nin sırrına vâkıf olacaktım ki “Ablacım,” dedi “müsaade var mı?” , “Yok, ben insan sevmiyorum, hadi uzaklaş buradan” demedim tabi, “Buyurun.” dedim. “Yoookkk!” dedi, “Oturmayacağım, ben baktım, çok dikkatli yaza çize okuyorsun da bir şey söyleyip gideceğim.” diyince ben de “Evet, buyurun” dedim. “Saygıdeğer ablacım,” dedi, “taşın çiçek açmadığını suyu boşa harcadığımda anladım ben; aşk kalemiyle yazanların değil, yüreğiyle yazanların işidir. Ha bu kamerayı gözüne değdiriyosun ya, gözünle değil gönlünle bak!” dedi. Elindeki tesbihi bir tur şıkır şıkır çevirdi ve döndü gitti. Yürüyen aforizma…
Fesuphanallah! Travma, bunlar hep travma! Tüh, keşke fotoğrafını çekseydim şöyle arkasından cakalı fiyakalı yürürken. Neyse gitti artık. Yazık, üzmüşler belli ki.
Kitaba dönüp okumaya devam ettim. Soulages’ın ‘Fotoğrafın Estetiği’ kitabını okuyorum. Diane Arbus’un çalışmalarından bahsediyor. Sokakta çoğunlukla ’’ötekiler’’ olarak kodladığımız tipten bir şahsiyetle kısa ve manidar bir konuşma sonrası ‘’ötekilerin fotoğrafçısı’’ olarak bildiğimiz Arbus’a geçiş yapmış oldum. Enteresan bir tesadüf.
Susan Sontag da ‘Fotoğraflar Üzerine’ adlı kitabında yer alan ‘Fotoğraflardan Bakılınca, Puslu Görünen Amerika’ makalesinde Arbus’tan oldukça geniş bahseder. Arbus’un ‘’mutsuz bir bilinçle’’ ucubeleri, cüceleri, ikizleri, fahişeleri, sakat kalanları, akıl hastalarını fotoğrafladığını ve bunu merhamet amacı gütmeden yaptığını yazar.
Arbus, François Soulages’ın perspektifinden ise daha farklı görünür. Soulages, sanatçının kendi iç dünyasına giriş yapar. ‘’Fotoğraflarının gün ışığına çıkardığı ve işaret ettiği absürtlük ve delilik karşısında, bu fotoğrafçının hayatını düşünmeden edemeyiz. Zaten bir fotoğrafçı, bir başkasını fotoğraflarken aslında daima kendini fotoğraflar.’’ diye yazar.
Soulages, fotoğraf makinesini Arbus’un muhteşem maskesi olarak tanımlar; ‘’..ama tüm maskeler gibi o da insanların yaşadıkları trajediyi daha iyi görmeyi sağlar. Arbus kendini maskeleyerek bizim maskemizi düşürmüştür.’’
Soulages’ın kitabı üzerimde derin etkiler bırakacağa benziyor. Kitap, sadece fotoğraf ve estetiğine dair değil, fotoğrafçıları nasıl okumam ve çalışmalarını nasıl konumlandırmam gerektiği üzerine de kafa yormamı sağladı.
Travma ya da örselenme, canlı üzerinde beden ve ruh açısından önemli ve etkili yaralanma belirtileri bırakan yaşantı, bir doku veya organın yapısını ya da biçimini bozan ve dıştan mekanik bir etki sonucu oluşan ‘’yerel yara’’ olarak tanımlanmaktadır. Psikolojide ise daha çok bireyin gerektiği gibi bir tepki gösteremediği, üzerinde durduğu halde çözüme kavuşturamadığı, dolayısıyla bilincin dışına ittiği yaşantı ve sarsıntıdır. Kişiyi korkutur, dehşet içinde bırakır, çaresizlik yaratır. Örselenmiş birey iç dünyasında bu etkiyi sürekli hisseder. Daima bu durumla yüz yüze geliyormuş gibi yaşar, ilişkilerini bu çerçevede şekillendirir, içgüdüsel gerilimler yaşar, bireyin her çıktısında bu örselenmenin izleri görülür.
Sanatçıların, psikolojik travmalarının onlar üzerinde bıraktığı etkileri eserleri vasıtasıyla görünür kıldıkları; üretim süreçlerini kendilerini yeniden okuma, onarma ve yaşadıkları örselenmişlik duygusunu aşma süreci olarak gördükleri; sonrasında ise eserin izleyici ile buluşmasında anlaşılmışlık ve nispeten rahatlama duygusu yaşadıklarını ileri süren çalışmalar yapılmıştır. Eserini kurgularken sanatçı acısı üzerine düşünür, anlamlandırır, ilişkilendirir ve çözümler. Deneyimlerinin acı gerçeklerini dillendirmekten sakınan insanlara kıyasla, üreten sanatçı acısını görünür kılabilendir.
Esasında azıcık dönüp kendimize bakarsak, hepimizin üretimlerinde kendini kabul etme, kendini keşfetme, kendini ortaya koyma, kendini gerçekleştirme, kendini tatmin etme ve kendini başarma çabalarının olduğunu görürüz. Eser, dışsallaştırılan içsel çözümlemelerin nesnelleştirilmiş hali gibidir.
Burada, Diane Arbus üzerine düşünürken zihnime isimler dolmaya başlıyor. Nan Goldin, ablasının intiharı sonrasında büyük bir travma yaşar. Hissettikleri için şöyle söyler; ‘’Ablamın öfkesini ve acılarını görüyordum ve o, tek çıkış yolu olarak intiharı seçti. O zamanlar on bir yaşındaydım. Tarihin tekrar etmesinden korkuyordum. On sekiz yaşımda ölmek yerine fotoğraf çekmeye başladım. Bir daha hiç kimsenin hatırasını asla kaybetmemem gerektiği fikrine saplanıp kalmıştım.’’
Ağır bir depresyonla mücadele eden Francesca Woodman’ı okuduğum zamanları hatırlıyorum. Woodman’ın çalışmaları ilişkiler, cinsellik, benlik sorunları, beden imajı, yabancılaşma, izolasyon ve kafa karışıklığı veya kişisel kimlikle ilgili belirsizlik gibi gençleri etkileyen birçok temayı içerir. Fotoğrafları kısa sürmüş bir hayatı yakalamış, bu da onları hüzünlü ve dokunaklı yapmıştır. Bazen rahatsız edici ancak en önemlisi samimi olan içindeki bu çatışmayı her özportresinde hissederiz. Görüntüleri hep bir kırgınlık yaratır. Figürü bulanık, hayaletimsi ve gizemlidir.
“Kendi faniliğimle yüzleşmenin acısı içinde can çekişiyorum. Başkalarına yardım etmek için dışavurumla ya da öğrendiklerimle iletişim kurmaya kalktığımda, bilfiil susturuluyorum. Sinirliyim.” diyen David Wojnarowicz, 1970’ler ve 80’ler New York’unun sanat âleminde aktivist kimliğiyle öne çıkmış kuir sanatçılardandır. Kendisi gibi AIDS hastalığı ile mücadele edenleri konu edinir.
Joel-Peter Witkin; kadavralar, hermafroditler ve cücelerle ilgili genellikle dini ve klasik tablolara öykünen fotoğraflar sahneler. Sanat hayatı boyunca ampüte, dışlanmış, anormal ya da ölmüş insanlar ile birçok ürkütücü seri oluşturmuş ve seyircisini her karede karanlık bir romantizmin derinliklerine çekmiştir.
İngiltere doğumlu Tracey Emin ise 1990’lı yıllardan itibaren sanatsal üretimi nedeniyle çok tartışılan isimlerden biridir. Hayatında yaşadığı tecavüz, kürtaj gibi olumsuz her türlü deneyim, Emin’in otobiyografik olan sanatına çarpıcı bir şekilde yansır. Toplum tarafından tabu olarak görülen ve tartışılmaktan kaçınılan cinsellik, beden, namus temalarını, mahremiyetin sınırlarını zaman zaman zorlayarak sunar. Yaşamından kullandığı her türden kişisel eşyasını yatak, ped, tampon ve prezervatif vb. sanatsal malzeme haline getirerek galerilerde sergiler.
Babası Rusya, annesi Ukrayna kökenli Yahudi bir aileden gelen Christian Liberté Boltanski‘nin evinde Yahudi mirası büyük bir etkiye sahiptir. II. Dünya Savaşı sırasında Paris’te yaşarken, babası bir buçuk yıl aile apartmanının döşeme tahtalarının altındaki bir boşlukta saklanarak tehcirden kurtulur. Bu ve benzeri bilgilerle büyüyen sanatçı eserlerinde bu deneyimlerin onu ne kadar derinden etkilediğini anlatır.
Eve dönerken kafamda Michel Foucault’nun ‘’Deliliğin Tarihi’’ kitabını tekrar okumakla ilgili düşüncelerim, herkesin kıyısından köşesinden biraz travmatik oluşunu kabullenişim ve bu düşünceler içinde zihnimde yüzen sorularla ilerlerken, kendi kendime sesli bir şekilde ‘’Senin de sorunun bu işte Burcucum, biraz az düşün!’’ dedim. Yolda Bay Aforizma ile karşılaştık. Elini göğsüne götürüp kafayı hafif eğmek suretiyle delikanlı selamı verdi. “Fotoğrafını çekeyim mi?” diye sordum. ‘’Aslımız sûretimize vâkıftır.’’ dedi.
Burcu AYDIN